Yöremizde tahta kaşık imalatının tarihi oldukça eskilere gitmektedir. Osmanlı dönemi Tirebolu iskelesi ihraç listesine bakıldığında şimşir kaşıkçılığının, yöreye sürekli ve önemli bir ekonomik getirisi olduğu anlaşılmaktadır.
1318 (=1900-1901) yılında Tirebolu kazasından (bugünkü Espiye-Güce dâhil) ihraç edilen tahta kaşık sayısı: 1.010.000’di. Yazıyla da belirtmek istiyorum: Bir milyon on bin adet şimşir kaşık!
Tirebolu iskelesi ihracat kayıtlarında 1924 yılında ise ihraç edilen “şimşir kaşık” miktarı, sayı ile belirtilmemiş olup, 5.449 kg./117 çuval birimiyle aktarılmıştır.
Her evde olmasa da her köyde birçok kaşıkçı bulunuyordu yarım asır öncesine dek. Ancak herkes işin uzmanı değildi. Rakımı düşük köylerde şimşir ağacı bulunmadığından dayanıklı ve kullanışlı tahta kaşık yapılması olanaksızdı. Metal kaşığın yaygın olmadığı, çoğu yüksek köyde tahta kaşıkların kullanıldığı yaklaşık bir asır öncesinde, tahta kaşık çok önemli bir sektördü. Metal kaşıklar yaygınlaştıkça tahta kaşıklar (=yörede daha çok kepçe olarak anılır) yemek pişirme ve koymada, tereyağı sağraklarında kullanılmaya başlanıldı. Bugün de aynı amaçlarla tahta kaşıklar kullanılıyor olsa da yerini plastikten mamül olan muadiline bıraktı.
1990'lı yıllara dek önemini kaybederek sürdürülen kaşıkçılık mesleğinin mesleğin son uzmanlarının büyük çoğunluğu 2000’li yıllarda yaşama veda etmiştir. 1990’ların sonlarına kadar Espiye’nin en yüksek köylerinden, en aşağıdaki köylere kadar kaşıkçılar gelir, ev ev gezerler, şimşir kaşık satarlardı. Bunlar, kollarında bir dolu şimşir kaşık/kepçe olan çantalarıyla gezer, bağırmadan, kimseyi rahatsız etmeden kapı kapı her aileye ulaşır; “kaşık ister misiniz?” diye sorarlardı. El emeklerini, onlarca kilometre yol yürüyerek, dağları aşıp, dereleri geçerek pazarlamaya çalışan bu satıcılar, nefesleri/ömürleri yettiğince sürdürmüşlerdi. Kırsalın köklü ticarî sektörlerinden biri olan şimşir kaşıkçılığı, böylelikle gelenekten kopmuş; türkülerimizle, atasözlerimizle, deyimlerimizle sınırlı bir kültürel nostalji haline gelmiştir:
“Ay akşamdan ışıktır / Yaylalar, yaylalar / Yüküm şimşir kaşıktır...”
Kaşık ve benzeri mutfak gereçlerinde olduğu gibi, gündelik yaşamda taşınabilir pek çok eşyanın şimşirden olmasına özen gösterilirdi geçmiş dönemlerde. Bunun nedeni ise şimşirin çok sert, dayanıklı bir ağaç olmasıydı:
“Kel başa şimşir tarak”: Buradaki “şimşir tarak” ibaresi lüksü ifade etmektedir.
Geçmiş dönemlerde, Tirebolu-Giresun yöresi dışında da kaşıkçılığın bazı kasabalarda ciddi bir üretim yaptığı görülmektedir: Yakın tarihlere kadar Trabzon-Köprübaşı’nda kaşıkçılık önemli bir sektördü ve onlarca aile bu zanaatı icra ediyordu.
1990’lı yıllarda İş Eğitimi derslerimizde hocamız (Ali Kuru) uygulama sınavı olarak bize kaşık yaptırmıştı.Tabi herkes şimşir bulamadı; ben de bulamamış, kestaneden yapmıştım. Şimşirden olmayan kaşığın kullanımı zordu; çünkü dayanıksızdı suya karşı. Nitekim karardı, bozuldu gitti.
En son 2016 yılında, sırf nostalji olsun diye, Dereli ormanlarından bulduğum üç-beş şimşir dalıyla birkaç adet spatula, bir adet sarımsak tokmağı yaptım; mevcut araç-gereç kaşık yapmama olanak tanımadı. Bunları hâlâ evde kullanıyoruz...Fabrika imalatı olan ve çeşitli ağaçlardan yapılan tahta kaşıklar, asla bu el emeklerinin yerine geçemeyecektir.
Eski ve köklü olan şimşir kaşık zanaatı, kültürel miras açısından önemlidir ve bir şekilde projelerle diriltilmeli, geri kazanılmalıdır. “Şimşir kaşık”, dile kolay… Onda tarih var, kültür var, gelenek, emek ve sabır var, birkaç kaşık için bir gün tarla-bahçe işçiliği yapılabildiğinden işgücünün karşılığı var; kırsalın geçmiş zamanlarına dair anılar var…
Şimşir kaşık zanaatında, eski dönemleri aydınlatan sosyal tarih var!