“Tam bir sene evvel, resmî bir vazife ile İstanbul’dan İzmir’e gelirken “Manisa’mın önünden geçmiş, uzaktan şehri iyice sezememiş İdim; yalnız şimalinde hemen ucu bucu görünmeyen ovanın yeşil bağlarla müzeyyen olduğunu görerek bu güzel memlekete hayran olmuş idim, şimdi bir iki gün burada kalmak istediğim gibi her tarafını gezemesem bile bu tarihî beldenin muhterem Türkleriyle yakından temas etmek pek zevkime geldi. Manisa’nın öteden beri nice tarihi bir kıymeti, bir ehemmiyeti vardı; bir kere burası Selçuk hükümetinin inkırazında “Saruhan” beylerinin makam olmuştu, ondan sonra da kudret ve şevket devirlerimizde şehzadelerimizin “hükümdarlığa mülâzamet” yeri ittihaz edilmişti. O büyük sultan oğullarının, atalarının yaptırmış oldukları camiler Türk sanatının bu ölmez abideleri ince, zarif minareleriyle beldeyi yer yer tezyîn ediyordu. Vaktiyle şehzadelerimizin böyle payitahttan oldukça uzak yerlerde valilik etmeleri, âdeta müstakil birer devlet şeklinde hüküm sürmeleri ne kadar iyi idi. O vakit onlar ileride hakanları olacakları halk ile doğrudan doğruya temas eder, devletin her dürlü idaresine alışırdı. Bu güzel âdetin sonradan terkini mûceb olan sebepler nedir?
Şehzadelerden bazılarının fena nasıhlar teşvikiyle padişaha karşı isyan etmeleri, devleti birtakım dâhilî gailelerle uğraştırmaları başlıca sebeblerden olsa gerektir. Bu gailelerin tekrar etmemesini, başka bir suretle temin etmek elbette daha iyi olurdu. Ne olursa olsun, ilk hakanlarımızın tasvip ve tatbik ettikleri bu güzel idari tedbîrin terk olunması bu memleketin mukadderatı üzerine fena bir tesir icra etmiştir. Şimdi artık şehzadelerimizi devletin muhtelif işlerinde kullanarak onlardan memlekete nâfi hizmetler beklemek zamanı gelmiştir zannederim. Manisa’ya vardığımın ertesi günü ilk işim hapishaneyi ziyaret etmek oldu. Bu ziyaretten maksadım hapishane binasının “Hıfzıssıhha’ya muvafık olup olmadığını, mahbuslara iyi bakılıp bakılmadığını anlamak değildi. Ben bu işlerden pek o kadar anlamam; bununla beraber etrafı duvarlı bir arsanın orta yerine bir katlı olarak kondurulmuş olan hapishane binasını pek fena buldum. Dış kapının üzerinde, hapishanenin avlusuna bakan bir odacık var ki burası müdüre mahsustur. Ben oraya çıktım; ve mahbuslar içinde aşiretli varsa, sözü sazı yerinde üç dört kişinin odaya çağırılmasını müdürden rica ettim…” (Kazım Nami, Türk Yurdu, 20 Ocak 1914, sayı: 57, ss. 156-158. Derginin bu kısmının elime geçmesinde büyük katkısı olan Dr. Yalçın Yılmaz Bey’e teşekkürü borç bilirim.) (DEVAM EDECEK).